KALPLERİN MÜHRÜ VE AKLIN KİLİDİ

KALPLERİN MÜHRÜ VE AKLIN KİLİDİ

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm, insanı maddi ve manevi bütünlüğü içinde ele alır. Bu bütünlüğün merkezinde ise bilinç, akıl ve kalp gibi birbiriyle derûnî bir irtibat halinde olan idrak mekanizmaları bulunur. Kur’ân, bu mekanizmaların nasıl çalıştığını, birbirini nasıl etkilediğini ve hakikate ulaşmada veya hakikatten sapmada ne gibi roller üstlendiğini çeşitli âyetlerde tasvir eder.

​İdrak Merkezi: “Kalplerin Mühürlenmesi” ve “Akletmez misiniz?” İfadeleri

​Kur’ân-ı Kerîm’de idrakin, imanın ve inkârın merkezi olarak sıklıkla “kalp” (القلب) zikredilir. Lâkin buradaki kalp, sadece kan pompalayan biyolojik bir uzuv değil, insanın manevi hayatının, hislerinin, inançlarının ve en mühimmi hakikati anlama ve tasdik etme kabiliyetinin merkezi olan “latîfe-i Rabbâniyye”dir.
Akıl (العقل) ise, bu merkeze hizmet eden, delilleri toplayan, nazar ve tefekkür eden, bağlantılar kuran bir alet ve kuvvettir.
​Bu iki unsurun etkileşimi, bilhassa inkâr edenler için kullanılan “kalplerin mühürlenmesi” ifadesi ile mü’minlere ve bütün insanlığa yöneltilen “akletmez misiniz?” (أَفَلَا تَعْقِلُونَ) hitabının bir arada geçtiği veya aynı bağlantıda zikredildiği yerlerde açıkça görülür.
​Mesela, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
​”Andolsun biz, cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar; gözleri vardır ama onlarla görmezler; kulakları vardır ama onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’râf 7/179)

​Bu âyette “anlamama” fiili kalbe isnat edilmiştir. Gözün ve kulağın getirdiği zahirî veriler, kalbin tasdik ve idrak süzgecinden geçmediği zaman hakikate ulaştıramamaktadır. Kalp, kibrin, inadın veya günahlarda ısrar etmenin neticesinde manen hastalanır ve nihayetinde mühürlenir. Bu mühürlenme, aklın faaliyetini yitirmesi demek değildir. İnsan dünyevi işleri için aklını pekâlâ kullanabilir, hesap yapabilir, sanat icra edebilir. Ancak mühürlenmiş bir kalp, aklın iman hakikatlerine dair sunduğu delilleri ve neticeleri kabul etme kabiliyetini kaybeder. Akıl, kapıyı çalar ama kapı içeriden kilitlidir.
​Dolayısıyla, “akletmez misiniz?” hitabı, aslında aklı kullanarak elde edilen verilerin ve varılan neticelerin, kalbin tasdikine sunulması için bir davettir. İdrak merkezinin kendisi kalptir; akıl ise bu merkezin en mühim müşaviri ve aletidir. Kalp bozulduğunda, aklın getirdiği en parlak deliller dahi tesirsiz kalır. İdrak, bu ikisinin sağlıklı bir etkileşimiyle mümkündür.

​”Enfüs” Delilleri: Kalp-Akıl Arası Bir Bilinç Boyutu

​Cenâb-ı Hak, hakikatin delillerini iki ana başlıkta sunacağını beyan eder:
​سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ
“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki) ufuklarda ve kendi öz benliklerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53)

​Bu âyet-i kerîme, insan bilincinin hakikate ulaşma seyrinde iki temel tefekkür sahasını işaret eder:
• ​Âfâk (Ufuklar): İnsanın dışında, haricî âlemde yer alan delillerdir. Güneşten galaksilere, atomlardan hücrelere kadar bütün kâinat, Allah’ın varlığını, birliğini, kudret ve hikmetini gösteren birer “âyet”tir. Bu zahirî delilleri incelemek, gözlemlemek ve onlardan neticeler çıkarmak, daha çok aklın sahasıdır. Âfâkî tefekkür, aklın nazarını dış dünyaya çevirmesidir.
• ​Enfüs (Nefisler/Öz Benlikler): İnsanın kendi derûnî âlemindeki, iç dünyasındaki delillerdir. Bu, sadece biyolojik yapıdan ibaret değildir. İnsanın aczi, fakrı, duyguları, vicdanı, fıtratına yerleştirilmiş ebediyet arzusu, yaratılışı üzerindeki harika sanat, ruhunun bedeni idare edişi gibi sayısız derûnî hakikat, “enfüsî” delilleri teşkil eder. Bu delilleri tefekkür etmek ise, doğrudan doğruya kalbin ve vicdanın sahasıdır.
​”Enfüs”, bu manada kalp ile akıl arasında köprü kuran bir bilinç boyutudur. İnsan aklıyla dış âlemdeki (âfâk) nizamı ve sanatı gördükten sonra, kendi içine (enfüs) dönerek bütün bu kâinatın bir küçük misalini kendi varlığında bulur. Kendi yaratılışındaki mu’cizeyi, ruhunun mahiyetini, sonsuz arzularını ve ihtiyaçlarını kalbiyle hissettiğinde, aklın dışarıda bulduğu deliller içeride tasdik edilir. Akıl “Böyle bir kâinatın mutlaka bir Sânii olmalı” derken, kalp ve vicdan “Evet, benim bu sonsuz arzularımı tatmin edecek ve bu acizliğime merhamet edecek ancak O Sâni’-i Zülcelâl’dir” diye cevap verir.
​Böylece enfüsî tefekkür, aklın soyut istidlâllerini (delil getirme), kalbin şuhûdî (görür gibi) ve zevkî bir marifetine dönüştürür. Bu, bilginin imana ve marifete dönüştüğü çok hususi bir bilinç tecrübesidir.

​Modern Bilinç Kuramlarıyla Mukayeseli Bir Kur’ân Tahlili

​Modern bilim ve düşünce, bilinci (consciousness) çoğunlukla materyalist ve redüksiyonist (karmaşık) bir açıdan ele alır. Bu yaklaşıma göre bilinç, beynin karmaşık nöronal faaliyetlerinin bir neticesi, bir “yan ürün”üdür. Merkezde tamamen beyin ve onun fiziko-kimyasal süreçleri vardır.
​Kur’ân-ı Kerîm’in sunduğu model ise bu dar çerçevenin çok ötesinde, külli ve manevi bir yapı arz eder:
• ​Menşe (Kaynak) Farkı: Modern düşünce bilincin menşeini “madde”de ararken, Kur’ân bilincin ve hayatın temel kaynağının Allah tarafından insana üflenen Ruh (الروح) olduğunu beyan eder. Ruh, mahiyeti bizce meçhul, ilâhî bir emirdir. Dolayısıyla bilinç, maddenin bir ürünü değil, maddeye hayat ve idrak veren manevi bir cevherdir.
• ​Merkez Farkı: Modern bilim bilincin merkezini beyin olarak görür. Kur’ân ise idrakin, imanın ve manevi bilincin merkezini kalp olarak tayin eder. Beyin, düşünme, analiz etme, hafıza gibi zihinsel faaliyetlerin aletidir ve Kur’ânî terminolojideki “dimağ”a tekabül edebilir. Ancak “ben” idraki, iman, sevgi, korku gibi bilincin en derûnî tecrübelerinin merkezi kalptir. Kalp, ruhtan gelen manevi hayatı işleyen ve onu anlamlı bir bilinç haline getiren manevi bir organdır.
• ​Amaç Farkı: Materyalist düşünce için bilincin hayatta kalma mekanizması olmaktan öte bir gayesi yoktur. Kur’ân’a göre ise bilinç, insana Allah’ı tanıması (marifetullah), O’na iman ve ibadet etmesi ve bu imtihan dünyasında O’nun eserlerini tefekkür ederek manen yükselmesi için verilmiş ilâhî bir lütuftur. Bilinç, gayesi olan bir emanettir.
​Hülâsa:
​Modern bilimin “bilincin zor problemi” (the hard problem of consciousness) olarak adlandırdığı, yani “maddeden nasıl olup da sübjektif bir tecrübe, bir ‘ben’ hissi çıktığı” meselesi, materyalist paradigma içinde cevapsızdır. Kur’ân bu probleme en başta bir cevap verir: Çünkü “ben” dediğimiz şuurun kaynağı madde değil, Allah’tan gelen Ruhtur.
​Netice olarak Kur’ân; Ruh’u hayat ve şuurun kaynağı, Kalp’i bu şuurun manevi idrak ve iman merkezi, Akıl’ı ise bu merkeze hizmet eden bir tefekkür aleti olarak tasvir eden çok katmanlı ve külli bir bilinç modeli sunar. Bu model, insanı sadece et ve kemikten ibaret bir varlık olarak değil, hem âfâkî hem de enfüsî delilleri okuyabilen, maddesi ve manasıyla bir “kâinat nüsha-i münevveresi” olarak ele alır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 19th, 2025